1 Nisan 2009 Çarşamba

Japonların da hepsi samuray deil ki anasını satiim...

Harman sentez aldı yürüdü... İbrahim Tatlıses Sabuha'ya remix yapar ise Japonlar da Hip-hop ilen hemdest olabilir basbaya... Bu mevzunun müzik yanı ayrı bruuklinde volta atan merdiven zencisinin samuray felsefesiyle tekvücut olması ayrı...Gelgelelim böyle bir oluşum vuku bulduğu zaman da tadından yenmiyor... Bundan 5-6 sene evvel Watanabe "Samurai Champloo"yu yapınca "vay anasını" dediydik... Mugen'den ala zenci var mı? Kanımca yok...Jin işin capon tarafını ele almış gözükse de hamuru zenci anime "Samurai Champloo". Götünü başını kestikleri adamlar capon ama esas oğlanı nigga..
Bundan kısa süre sonra daha bir epik anime mevzu bahis olduydu "Afro Samurai" deyü... Anime diyarından aforoz edilmişti hem ingilizce seslendirmesine daha fazla ehemmiyet gösterildiği hem de samurai/hip-hop sentezine el attığı için... Halbusi "Afro Samurai" mevzuya daha bi temelden daha bi altmetinsiz daldıydı... Samuel Jackson ve Ron Perlman bi yana Rza denilen zat ne şahane müzikler yaptıydı, Afro ne karizmatik insandı öyle...Ha keza atmosferi de hallice güzeldi...
Bi de sinema mevzusu var. Jim Jarmusch'un filmografisinin en garip filmi Ghost Dog: way of the samurai'dir muhtemelen. Forest Whitaker götünü başını zar zor oynatsa da biteviye çizgi film izleyen kocamış italyan mafyasını heder ederken paso birilerine Rashomon'u tavsiye etmesi ayrı bir güzellik. Gariptir sinemadaki gönderme veyahut saygı duruşu denilen mevzu... Aile arasında dayıoğlunun üç sene önce içip içip balkondan kusmasını sofrada tasrih etmek gibi bişey. Ne ise....
Takeshi Kitano denilen çirkin caponun da bittabi ki mafya babaları denilen mevzuya birsürü katkısı var. Yakuza kültürünü ihtiva eden Aniki'nin Los Angeles'a yapılan zorunlu bir yolculuğun akabinde zencilerle haşır neşir olması ve madafaka bir mafya organizasyonunu ihya etmesi hoştu iyiydi...İzletti kendini...

Nedir varılacak genel sonuç? Keremcem'le funk müziğin zoraki sentezi mide burarken, Caponla hip-hop sentezi insanın içini ısıtıyor, midesinde kelebekler oynatıyor...

Let the right one in vs. Morrissey

Şanı çok duyulmamış derinden dürten oluşumlar listesine yedek kulübesinden müdahil olan mevzubahis film, son dakikalarda oyuna girip Semih usulü topu ağlarla buluşturdu, akabinde seyirciye "hşş" diyerekten sahayı terketti...Seyirci şaşkın, seyirci üzgün....

Avrupanın kuzeyinde mevzilenmiş karlı tipili soğuk memleket İsveçten çıkan ikinci dikkat çekici vampir filmi "let the right one in". (İlki 5-6 sene önce vizyona giren "Frostbitten". Geyik slasher'la Carpenter sentezi hoş film.) Lakin öncülüyle kıyaslamak büyük yanlışlık olur. "Let the right one in", (bundan gayrı "let" diye anmalı) 12 yaşında asosyal albino kılıklı hafiften gay olup olmadığı meçhul oskar isimli bir oğlanın, yan dairelerine taşınan eli isimli tuhaf bi kızcağızla arkadaşlık kurmasının hikayesi. Esasen hikayenin iskeleti Tony Scott'ın ilk filmi "Hunger"la paralel lakin odak noktası "Hunger"dan daha dengeli, ayriyetten anlatımı da daha bi şairane...
Eli isimli vampir kızımızın "ghoul"u veya kölesi diyebileceğimiz amcayla münasebeti bi bakıma oskar'ın akıbetine dair bir ipucu olsa da bu ufak bi detay sayılır filmin ilerleyişinin yanında...Esas önemli nokta Eli ve Oskar'ın birbirleri üzerindeki tesirleri ve kaşla göz arasında birbirlerini sevmeye başlamaları... Öyle ki Oskar Eli'ya "garip kokuyorsun" diyince Eli gidip bi amcayı ömürüyor, sonraki akşam Oskar'ın yanına gelip "şimdi nasıl kokuyorum" diyor... Üzülüyor insan ister istemez...

Eli'ın kölesine veya oskara muhtaç olması gibi bi mevzu var ki aralarındaki sevginin kaynağının ne olduğuna dair şüpheye düşürüyor insanı ara sıra. Ama bazı anlarda Eli'da kader kurbanı ne yapsın ne etsin...
Davet edilmeden içeri girememe olayına bakış açısı veya bu metaforu kullanma şekli de filmin en hüzünlü sahnelerinden biri. Dünyaya karşı birbirlerini kollayan birbirlerini seven bu iki veled-i zinaya ne tam olarak kızabiliyor insan evladı ne de tam olarak sevebiliyor...Lakin insanın içini burkan arasıra sinirlendiren ağır tempolu hafiften büyüleyici gibi....

Stephanie Meyer'ın Alacakaranlık'a başlarken aklında böyle bi şey vardı belki de ama sonra saçmaladı öyle abuk sabuk bi filme vesile oldu...Lakin "Let"in kaynağı olan aynı isimli romanın içeriğiyle filme yaraşır nitelikte olduğunu okudum. Morrissey'in "Let the right one slip in" parçasına bir atıf. Hoş güzel...Bu filme başka bir referans Dario Argento'nun Suspiria'sından verilebilir. Zira Argento filmin senaryosunu ilk kaleme aldığında filmdeki okul 12 yaşında küçük kızlara eğitim veren bir okul olarak tasvir edilmişti ve bütün öğrenciler o yaşlarda oyunculardan oluşacaktı. Ama sonra yapımcı şirketin küçük kızların kurban edilmesi fikrini aşırı bulmasıyla karakterler 16-17 yaşında kızlara dönüştürüldü.. Gerçi Argento filmdeki büyük mobilyalarla ve kapılarla ilk baştaki küçük kız mevzusunu çağrıştırmayı bildi lakin çocuklarla ilgili hassas mevzular rafta kalmış oldu..."Let"in hikayesi de çocuklar üzerinde işlemek için epey hassas ve film de yeri gelince aşırı olabilen bi film. Rahatsız edici bikaç unsur yok deil...Ama noolursa olsun çok güzel bi film...İzleyin lan...Imdb'de en iyi 191. film mi ne....iyi epey yani...

Justin'in dramı veyahut davulun sesi uzaktan bazı bazı




Yaslana yaslana göt içinde bıraktınız herifi yemin ediyorum...

19 Mart 2009 Perşembe

Ginger kapar....



İki gece öncesi itibariylen Ginger snaps denilen garip kurtadam/kurtkadın filmleri üçlemesini bitirmiş oldum...seriyi kronolojik olarak götü başı ayrı yerde izledim lakin çok da mühim deil...mühim aslında biraz ama öyle çok mühim deil...

Nedir Ginger Snaps denilen mevzu...olayı genel hatlarıyla aktarmak icab ederse, iki adet aykırı göt kızımız var, aralarında taş çatlasın 9 ay var... Biri onaltı yaşında dieri de 15 yaşını bitirmek üzere...Gotik desen deil, kunil desen deil... Cincır denilen kız büyük olan...Bricıt ise küçük olan... Cincır dominant bi kişi, bricıt'a her istediğini yaptıran bi havaya sahip ama bi yandan da bricıt'ı da seviyo kolluyo gibi...okuldakiler bunlara laf atıyo sonra kavga fln ediyolar... gel zaman git zaman, cincırı kurtadam ısırıyo... ha bi de anlatmayı unuttum, bunlar bu yaşlarına kadar çok afedersiniz adet görmemişler...Niye dedim bunu zira filmde bi metafor, genç kız vücudundaki değişimlere bir gönderme mevzu bahis kurtadam olgusundan...ha şöyle ki ayda bir kurtadam olma mevzusu eşittir aylık adet döngüsü...sonra efendim asabileşme tiineyc olma uyuşturucu kullanma eşittir hayvansı içgüdü fln fistan...aman efendim göbee piırsing yaptırma eşittir kurtadamın gümüşe allerjisi var onu takmak...hoş yani aslında göndermeler... özellikle ilk film tamamen bu paralelliği esas almış nerdeyse...ikinci ve üçüncü film biraz daha geleneksel öykü tadında...

Ha ola ki genç kız olsaydım olayın sinir bozucu tarafını daha bi içten hissedebilirdim belki....ablanın kuyruğu çıkıyor bi metamorfoz mudur nedir böyle kılları fln çıkıyor tıraş bıçağıyla onları alıyor vs. vs. ve öyle hızlı bi film de deil ilk film epey yavaş ilerlemekte ve gençlerin sıra sıra öldüğü bi film deil kafanız karışmasın...ilginç film yani..bi de başroldeki insanlar ziyadesiyle çirkin, bunda da bi kasıt var sanırım...hani güzel bir insan evladı asosyal olursa çok inandırıcı olmaz o sebepledir ki bunlar epey çirkin...hele bricıt...abowww....

ikinci film ilk filmin akabinde bricıt'in beele kimsesiz kızlarla beraber kaldığı bi yurtta geçmekte, bricıt'ın peşinde kimliği belirsiz bi kurtadam var çiftleşmek istiyor...bu filmin de belini bağladığı nokta ilk seks deneyimi...ona dair de korkular endişeler ayriyetten zaruri ve kaçınılmaz olarak görünmesinin getirdiği tedirginlikten beslenmekte film...bu da hoş film ama ilk filmden biraz daha sıradan bir film...filmin finaliyse dağlara taşlara...tüm bunlardan elini ayağını çekip çocukluğuna sığınmak orda hapis kalmak...sinir bozucu hakkaten finali...güzel epey...

Üçüncü film bir prequel....efenim bu iki kardeşin bilmem kaç yüzyıl önce amerikan iç savaşı sırasında bi kaleye sığınması ve güneyliler midir kuzeyliler midir işte o askerlerin savunduğu kaleye kurtadamların saldırmasıyla sürüyor gidiyor...bu, serinin en sıradan filmi amma yine de bu da güzel film...ilk bu filmi sonra ikinci filmi en sonunda da ilk filmi izlediğimden olsa gerek bi nebze kafam karıştı anlamamış olabilirim bazı yerleri...

güzel güzel...

3 Mart 2009 Salı

eski yazıları toplamak , işgüzarlık sayı 2: Man from Earth


Kült film oldu bu şimdi...bi seneden hallice önce hasbelkader izlediimde pek dürtülmüştüm, yavanmışım meğer...


Tek bi mekanda geçen hoş ve ilginç bi film kendisi...Imdb ratingine baktığımda hafiften afalladm zira 8.3 yazıyodu...Hakediyo mu 8.3'ü? etmiyo...Lakin yine de ilgiye layık hafiften provokatif bi film...
Film bi akademisyenin yaşadığı kasabadan taşınmadan önce yine her biri akademisyen olan arkadaşlarının kendisine bi hoşçakal toplantısı yapmak üzere evinde buluşmalarıyla başlıyo. Arkadaşları John'un sahip olduğu gerçeğine çok benziyen bi Van Gogh tablosunu övüp, evinde bulunan paleontolojik çağdan kalma taşı bit pazarından aldığını öğreniyorlar...Edith isimli hanfendi on senedir nasılda yaşlanmadın be John diyo...Çoluk çocuk, hoş beş derken baş karakter John'a neden taşındığını soruluyo ve kendisi kaçamak cevaplar vermeye başlayınca ufaktan kıllanan arkadaşları da üsteliyo...

John konuşma arasında aslında kendisinin paleontolojik çağlardan beri hayatta kalmış bi adam olduğunu ima ediyo...(böyle şey ima edilmez ki kardeşim...)Bu noktadan sonra film bu birkaç akademisyen ve aralarında bir de öğrencinin bulunduğu grubun bu tez üzerinde çıkarımlar yapmaları, merak ettikleri şeyleri öğrenmek isterken bir yandan da kendi kafalarındaki mantık yüzünden hiç bi şekilde kendilerini teslim etmemeleri tezatıyla ilerledikçe ilerliyo...

John çok genel ve nesnel cevaplar verip her seferinde de bunların hepsini bi kitaptan açıp okuyabilirsiniz diyerek söylediklerinin hiç bi şekilde kanıtlanamıycağını da belirtiyo...Filmin kurgusu bikaç kıllanmaya rağmen oldukça akıcı gidiyo bi saat boyunca..(Bu kıllıklardan en önemlisi ise on yıldır beraber çalıştığı ve canciğer kuzu sarması olduğu adamlar john hakkında daha önce hiç mi bişe sormadı gibi bi rahatsızlık olabilr zira sanki adamı bu konuşmaların geçtiği gün tanımış gibiler...)

Amma velakin konu ilk bir saatten sonra amerikan toplumunun buyurduğu üzere dinsel inanca sapıyo ve o dakikadan sonra konuşmalar ve karakterler mantıksızlaşmaya hikaye sallanmaya başlıyo...Odanın içinde bir hristiyan dinbilimci, bi biyolog, bi psikolog bi paleontolog yani temel bilim dallarına dair otorite sayılabilicek bissürü figür var...bu da bi nevi yenilik vs. otorite gibisinden imaja büründürüyo filmi...ama john'un kendisinin de bi akademisyen olmasının ve on tane doktorası bulunmasının bu tezatla pek alakası yok...(çünkü bu doktoraların da gerçekliğine inanmama ihtimali var herhangi bi kimsenin..)
Filmin ana zaafı konuşulabilicek o kadar konu varken ve cidden herbirine değiniceklermiş gibi dururken bi anda din konusuna bağlanıp orda saplı kalmaları ve tüm o potansiyeli tek bi noktada harcamaları..ama sebep katiyetle dine dair sıradan tespitlerde bulunduğu için deil...tam tersine hatta biraz provakatif laflar ediyo...bazılarının kaldıramıycağı türden...sebep daha ziyade bu noktadan sonra karakterlerin saçma tepkiler vermeye başlaması, filmin de saçma davranmaya başlaması...filmin sonunda bi açık kapı bırakmalarını da yeğlerdim açıkçası k-pax'te olduğu gibi...

ama en nihayetinde izlenesi hoş bi film...bi tv filmi olduğu için çok da kolay bulabiliceğinizi sanmıyorum ama internette online izleyebilirsiniz sanırsam...bi göz atın düşünmeye sevkedicek kadar iyi en azından...
ha bi de şeker adam oynuyo lan...


edit, dipnot fena: imdb'de filmle ilgili yorumları okuyorum da çok kızmış lan gavurlar...anti-christ falan diyenler olmuş, lanetliyenler olmuş oy oy...izleyin lan...

dipnot kare:gerçi filmde müslümanlığa dair sadece bi kelime geçmesi de birilerini kızdırabilirdi ama çoğu müslüman "aman bize dokunmayın da ne b.k yerseniz yiyin" dediği için ona pek kişi tepki göstermemiş...

2 Mart 2009 Pazartesi

Kollektif veyahut mortıl kombattaki "k" harfi olgusu

Collide deyü hoş bi grup var..bu grubu böyle geekliğim tavan yaptığı bi müddette vampire the bloodlines(secde) oynarkene böyle endüstriyel gotik damarım(anatomi anomali) kabardığı bi vakitte şans eseri keşfettim...ya keşfetmedim anasını satiim, last fm'de queen adreena'ya benziyen gruplar şeklinde shuffle yaparkene rastladm nedir kü?...bu hafifçene shivaree kıvamı bi parça öyle gotik bi tarafı yok amma yumuşak bööle akılda kalıcı bi melodisi var. Lunatics have taken over the asylum mevzu bahis parçanın adı...dinlensin...bence..."predator" da epey bir neo gotik...neo...

11 Şubat 2009 Çarşamba

sakalına gurban sam


Pandora Tomorrow veyahut sam fisher'in sakalları....
Hani Sam'i sevmezdin? Seviyorum gavur evladını, hopluyor oradan oraya gonzales gibi fiti fiti dolaşıyor kuytularda... İlk oyun bitti, hop iki üç gün geçti pandora tomorrow'a başladım...ikinci oyun halihazırda inleyen sistemimi bi nebze kanırttı, acep dedim ps2'de mi denesem, baktım yorumlara dandik imiş ps2 versiyonu...caydım, döndüm pc'ye...oyun şugar, oyun güzel...ilkinden daha hoppidi, daha sinematik...ayriyetten iki üç tane şairane bölüm var...paris'ten yola çıkan bir trende geçen bölüm var ki dağlara taşlara...lakin prensipte aynı oyunu biraz daha ayrıntılı texturelar eşliğinde oynamış gibiyim... Thief serisinde de aynı mevzu bahis...lakin olsun, expansion pack olsaydı da güzel olurdu...senaryo menaryo yok bu sefer de Che'ye bir sokuşturma dokandırma var..ölmüş adamın arkasından yapılacak şey deil...Benim kanımca bu serinin thief: deadly shadows'la gereğinden fazla ortak yanı var oyun motoru bile birebir örtüşüyo o sebepledir ki çekicidir güzeldir.... lakin first person olayının bi çok noktada zorlayıcı da olsa bu stealth muhabbetine kattığı bissürü zamazingo vardı...ona mani olmakta splinter cell'deki third person görüş açısı... ayriyetten bu sefer sam'le lambert arasındaki dialoglar daha bir güle oynaya, daha bir şenlikli...o da güzel..sam'e ayrı bir sempati ayrı bir hayranlık...lakin garett'in eline su dökemez...ha ayriyetten iyi gizlenmek de ne garip maharettir lan....garett 3. oyunda bunun hocası olan rahip var ya...onu farkedemiyodu da, artemus muydu neydi, ona diyodu şahane gizelniyosun bi seni farkedemedim...ne menem bir dialogdur lan bu...

5 Şubat 2009 Perşembe

İşgüzar sayı 2; Ko to tamo peva











Geçen hafta arkadaşımla gece öylesine bir film izleme hevesiyle açtığımız bu Sırp filmi; Doğu Avrupa sinemasına dair Emir Kusturica harici affedilemez cahilliğimizi ve umursamazlığımızı bir kez daha ifşa etti. Daha önce adını bile duymadığım yönetmen Slobodan Sijan’ın eseri, 1981 yılında Montreal Dünya Film Festivali’inde ödül almış, uğruna yaygaralar kopartılmış ama ardından nankörlük edilerek unutulan birçok güzel sinema şaheserinin arasına karışmış. Keşke öyle olmasaymış zira “Ko to tamo peva”nın aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen koruduğu tazelik, eski filmlere önyargıyla bakan seyirci kitlesini bile kendisine hayran bıraktıracak kadar çekici.

Tarih 5 Nisan 1941… Savaşın kapısında olduğu karışıklık içindeki Sırbistan topraklarında, Belgrad’a gitmek üzere otobüs bekleyen bir savaş gazisi, iki çingene, bir Nazi sempatizanı, bir şarkıcı, bir hastalık hastası, bir avcı ve yeni evli bir çift. Bu kozmopolit güruha bir nevi önderlik eden paragöz ama aynı zamanda da prensip sahibi otobüs işletmecisi ve oğlu. Bu garip tayfanın hâlihazırda kendi başlarına açacakları dertlerden başka bir de savaşı bekleyen tedirgin Sırbistan insanıyla yaşayacakları münasebetlerden ortaya çıkacak huzursuzluklar söz konusu olunca; Belgrad’a kadar giden bu uzun ve çetrefilli yol bir şetaret havasına bürünüyor.

Akdeniz sinemasını andıran çok karakterli bir anlatıma sahip ve bu karakterlere duyulan sempatiyle mekaniğini koruyan çok yalın bir film “Ko to tamo peva”. Ortada çok komplike altmetinler veya metaforlar yok. Ya da şöyle demeli, metaforlar, alegoriler elbette var ama derinliği dize kadar. Suya girmişsiniz girmemişsiniz fark etmiyor. Mesajını verme ameli öyle ön planda ki herhangi bir yanlış anlaşılmaya, çift yönlü okumaya mahal vermeyen dik kafalı bir anlatım tutturmuş gidiyor. Bu vahim bir durum mu? Elbet değil zira biz, tebessüm ettiren hoş bir film izleme maksadı güdüyoruz. Arada da boşa vakit kaybetmemiş olalım bir de mesaj alalım diyoruz. Ha, o mesajı biz kendimiz de düşünemez miydik? Elbet düşünürdük!! Ee? İnsan deli olur şerefsizim böyle düşündükçe. O yüzden rahat kafayla oturup izlemeli bunlara takılmadan.

Mizahın kaynağı son dönem Emir Kusturica filmleri gibi tuvalet mizahı veya slap-stick denilen fiziksel komediden ziyade karakterlerinin umursamazlığı ve sıradan/sıra dışı her şeyi kabullenmekteki gönüllülükleri. Otobüs şöförü Mişko’nun gözü kapalı 2 km sürme çabası veya savaş gazisinin sırf fakir olmadığını kanıtlamak için inatla 5 tane bilet satın almak istemesi bu tayfa için kabul edilebilir vukuatlar. Yol boyunca başlarına gelenler ise Sırpların günlük yaşantılarının getirdikleriyle savaşın getirdiklerinin sentezi gibi. Evliliğe, dine, aile çatışmalarına, toprak mevzusuna, bürokrasiye oldukça eğlenceli dokundurmalar yaparak yol alıyor bu tayfa.

Otobüsün yolcuları gizli kapaklı olmayan bir alegori demiştik. Her zaman sinirimizi oynatan züppe militarist kesime veya burjuvaya özenen sonradan görmelere dair çok keskin örnekler var. Ama esas güzellik, bu karakterlerin bir sıfata bürünmeye ihtiyaç duymadan var olmaları ve doğallıklarının sağladığı spontane mizah. Çok rahat bir film üstündeki örtüyü kaldırmadan baktığınız zaman. Dikkatinizi vermeden izlediğiniz zaman, yan mahalleden toplanan 9-10 kişilik bir tayfanın (tabii yan mahallede Sırplar olması lazım…veya Sırplar da olmasın, hangi millet olursa olsun ne de olsa faşizmi eleştiriyor film…ama daha şimdi dikkat vermeden izleyince dedim…oy oy!!) bu filme mevzu olduğunu düşünebilirsiniz. Yani bu filmi savaş karşıtı bir film olarak görmeden de izleyebilir ve gülebilirsiniz. Kara filmin olmazsa olmazı hüznü ve karakterlere duyulan yakınlığı hesaba katarsak, bu filme sadece bir komedi filmi demek haksızlık olur. Tam tersine savaş karşıtı söylemi yeri geldiği zaman o kadar sert oluyor ki tüm o naiflik suratınıza çarpılmış gibi hissediyorsunuz.

Yakın geçmişe dair bir eser izleme merakı doğarsa bünyenizde, bu filmi Balkanların sinema namına çok naçizane eserler üretebildiğinin ve oldukça da hoş vakit geçirtebildiğinin bir kanıtı olarak tecrübe ediniz. Sırf zamandan azat kalabilmesi bile bir başyapıt muamelesi görmesi için yeterli.

tıvaylayt...




















Twilight izledim....Bunu yaptım....Ağzı açık duran bi delikanlı var esas kızı görünce kusucak gibi oldu...sonra kız gözlerini kırptı durdu...bi ara kötü vampirler geldi, bi kızılderili vardı sakat eleman, sonra beyzbol maçı oldu sonra da kızı kaçırdılar...sonra da baloya gittiler...bi de ağacın tepesine çıktılar o da bi garipti...elemanço güneşte parlıyodu...yarabbim nasıl bir kafaya geldim ben...

20 Ocak 2009 Salı

eski yazıları toplamak , işgüzarlık sayı 1: Dark Knight

Kara Şövalye

Bir senedir bekliyoruz. Geçen hafta Amerika’da gösterime girdi, 160 milyon dolar hasılatla rekor kırdı, Imdb’de tüm zamanların en iyi filmi seçilen Godfather’ı geride bırakarak 9,5 ratingle bir numaraya yerleşti. Az buz değil. Christopher Nolan, kasıntı Adonis Christian Bale’i ve emektar prestij insanı Michael Caine’i de yanına alaraktan ikinci kez çizgi roman uyarlamaya meyilli insanlara; “Bakın gülyüzlerim, uyarlama dediğiniz böyle yapılır.” kabilinden bir laf etti, “The Dark Knight”a can verdi. Peki iyi mi etti? Buyurunuz, züppe kutbundan yakınız.

Batman’in filmografisini deşmeye, geçmişten günümüze ne hale geldiğine bakmaya lüzum yok esasında çok fazla. Batman, yayım tarihi boyunca film-noirden, steampunka, gotikten, campa bir çok dala sıçradı. Sinemada ise bizim neslin ilk göz ağrısı 1989 tarihli “Batman” filmi kapkaranlık atmosferiyle, psikolojisi pek de dengeli olmayan karakterleri Bruce Wayne’le ve Joker’le aklımıza yerleşti daha çok. Bundandır ki Tim Burton’ın ilk iki filminden sonra dümeni eline alan Joel Schumacher’in farklı camp bir tarz yaratma çabası, ortaya çıkan materyale çok yabancılaşan önceki filmlerin fanatik kitlesi ve denemelerinde çok başarısız olan yönetmenin kendi beceriksizliği yüzünden çok büyük tepkiyle karşılandı. “Batman Forever” ve “Batman and Robin”le bu karakterin de sinema miladını doldurduğu düşünüldü. 2005 yılında stüdyolar yıllarca süren tartışmaların, Aronofsky’den Ridley Scott’a bir çok yönetmenin eline geçen devam filmi senaryolarının ve spekülasyonların ardından projeyi Christopher Nolan’a teslim ettiler ve o zamana kadar hiç bu kadar büyük bir projeye el atmamış yönetmenin ne yapacağı çok büyük merak konusu oldu. Memento, Following ve Insomnia gibi filmleriyle tarza çok yabancı gözüken ve nasıl bir yön benimseyeceğini öngöremediğimiz bir yönetmendi Christopher Nolan o aralar. Christian Bale, Tamer Karadağlı mimikleriyle filmi anlatırken “Bu şimdiye kadar yapılmış ilk Batman filmi. Önceki filmlerin hepsi düşmanlara endeksli filmlerdi. Batman’i mercek altına alan ilk film “Batman Begins”tir.” demekteydi. Michael Caine her dem ne kadar saygın bir işe imza attıklarını vurgularken, Christopher Nolan “Batman’i yeryüzüne geri getirdik.” diyordu. Gerçekten de Batman Begins tüm Batman serisinin, hatta biraz daha abartırsak son dönemin çizgi roman uyarlamalarının en prestijlisiydi. Film gerçekçiliği bir an bile elden bırakmadan, herkese Gotham City’nin Londra veya New York kadar gerçek bir şehir olduğunu vurgularken Batman’in köklerini, varoluş sebebini görkem ve şaşa içinde anlatıyordu. Ama beklendiği üzere hala Tim Burton’ın “Batman” filminin hasretinden muzdarip bir dinozor izleyici kesimi mevcuttu ve bu filmi bir Batman filmi olarak görmüyorlardı. Bendeniz de kendimi bu kitleye dahil etmekten zerre gocunmuyorum. Aşağıda sebeplerini bir bir sıralamak niyetindeyim.

“The Dark Knight”, Batman Begins’in bıraktığı yerden hikayeyi devralıyor ve ilk filmi izlemeyen seyirciye de çok fazla aldırış etmiyor. Aslına bakarsanız iyi de yapıyor zira bu konuda özveride bulunmaya çalışıp hikaye örgüsünü altüst etmektense karakterlerin birbirleri üzerindeki etkilerini oyunculuktan ve diyaloglardan beslemek hem filmi güçlendiriyor hem de canımızı sıkmıyor. Batman’in resmi olarak açıklanmasa da polisle işbirliği içinde mafyaya kök söktürdüğü ve şehrin yeni savcısı Harvey Dent’in toplum üzerinde umut hareleri çizmeye başladığı bir dönemde gizemli ve dengesiz Joker isimli suçlu şehre dehşet saçmaya başlıyor. Başta her suçlu gibi kendi çıkarları peşinde koştuğu sanılan Joker’in gerçek gayesiyse yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Oyuncu kadrosu “Batman Begins”’te olduğu gibi yine şahane. Christian Bale, Bruce Wayne rolünde züppe ve şımarık mirasyediden asil şövalyeye dönüşlerde ara sıra sinirimizi bozsa da Michael Keaton’dan beri en iyi performansı sergiliyor. Michael Caine, uşak Alfred rolünde hiç zorlanmıyor ve açıkçası iki karakter arasındaki konuşulmayan baba-oğul ilişkisi bu filmde biraz daha güzel işleniyor. Müfettiş Gordon rolünde Gary Oldman ilk filmdekinin belki de on katı olan ekran süresiyle çok daha zevkli ve çok daha etkili bir karakter yaratıyor. Harvey Dent rolünde Aaron Eckhart çok beklenmedik bir başarı sergiliyor ve aşırı klişe görünen bir karakteri tüm varlığıyla belli bir noktaya kadar taşıyor ki Batman’e aşina olanlar Harvey Dent’in ne denli önemli bir karakter olduğunu bilirler elbet. Maggie Gyllenhaal ve Morgan Freeman kendilerini çok fazla öne çıkartmıyorlar fazla da göze batmıyorlar. Lakin merhum Heath Ledger beyefendiye gelirsek işin rengi hafiften değişiyor. İlk Batman filminin fanatikleri Jack Nicholson tarafından unutulmaz bir şekilde canlandırılan Joker karakterinin tekrar işlenmemesi gerektiğini düşünüyordu hatırlanırsa. Böyle bir efsaneyi taklit etmeye veya mirasını yemeye hiç niyeti yokmuş meğer rahmetlinin. Heath Ledger’ın Joker performansı ortaya öyle sapık öyle gizemli bir karakter çıkartmış ki senelerce unutulmaması muhtemel. Elbette Ledger’ın ölümü, bu performansın olduğundan daha farklı bir şekilde yorumlanmasına, şişirilip anlatılmasına sebebiyet verecektir ama tüm bunları göz ardı edip izlemeli. Joker’in tiz sesi ve dağınık makyajının ardındaki bezgin ifadesi şahane bir kombinasyon. İnsanoğlunun tüm bürokrasisinden çok sıkılmış bir psikopat karşımızdaki karakter. Ve Batman’in karakterinin daha da şekillenmesindeki etkisi göz önüne alınırsa Batman-Joker ikilisi bu filmde biraz da Shyamalan’ın Unbreakable’ındaki gibi birbirini tamamlayan bir iyi-kötü dengesi kurmuş. Peki o önemli soruya gelinirse, Hangi Joker daha iyiydi? İkisi de değildi… Hatta şöyle denebilir; bu soru “ananı mı daha çok seviyosun babanı mı?” sorusuna muadil bir soru.(Bu benzetmeyi hatırlayamadığım bir yerden arakladım affola…) Jack Nicholson’ın Joker’i daha doğa üstü, daha gerçekten uzak, suratında devamlı muzır bir ifadeyle dolaşan adeta bir masal kötü adamıyken, Heath Ledger’ın Joker’i ete kemiğe bürünmüş şiddetten ve kaostan beslenen bir manyak. İkisi de korkunç, ikisi de komik. Heath Ledger, filmin tonundan dolayı işin mizah kısmını geri çekmiş bir nebze ama yine de ister istemez fark ediyorsunuz manyağın içindeki palyaçoyu.

Filmin senaryosu, burada açıklamamam gereken yönlere sapmıyor esasında ama yine de herhangi bir ipucu vermeden bazı aksaklıklara değinmeli derim. Birinci aksaklık Bruce Wayne’in Harvey Dent’e duyduğu sonsuz güven ve Gotham’ı kurtuluşa götürecek anahtar olduğuna dair saçma inancı. Bir toplumun bir bürokrata dair pür inancıyla refaha ulaşacağı düşüncesi biraz çocukça. Bu denli ciddiyete ve kendini izah etmeye kafayı takmış bir film için çok basit ve çok baştan savma bir bağ. Ama yine de Bruce Wayne ve Harvey Dent arasındaki rekabet-dayanışma ilişkisi oldukça güzel ve zevkli. İkinci aksaklık ki bu aksaklık ilk filmde de vardı, Bruce Wayne’in kara şövalye ile züppe mirasyedi arasındaki geçişleri. Kamuoyuna şımarık, aptal bir zengin çocuğu olarak gözükmek için o kadar çaba harcıyor ki bir süre sonra ister istemez göze batıyor. Neyse ki Bruce Wayne’i çok fazla tebdil-i kıyafet dolaşırken görmüyoruz. Zira yine belirtmeli, Bruce ile Alfred’in, Harvey Dent’in ve Müfettiş Gordon’ın diyalogları cidden hezeyan anları. Filmin gidişatına dair bir iki aksaklık daha var ama bunlardan bahsetmeye lüzum yok zira izlerken fark edersiniz.

Bunları okurken bir şey daha fark edilmiştir sanırım; şu ana kadar resmen ufak ufak noktaları didikledim sadece. Bir tane bile dişe dokunur sav koyamadım ortaya “The Dark Knight”ın kötülüğüne dair. Sebep? Çünkü “The Dark Knight” mükemmele yakın bir çizgi roman uyarlaması. Son senelerde görüp görebileceğiniz en güzel filmlerden biri. Aksiyon sahneleri, karakterler arasındaki ilişkiler, geniş şehir kadrajları, galeyan arka fon müzikleri… her şeyiyle “prestijli” bir film. Ama işte benim gibiler için sorun burada ortaya çıkıyor. “The Dark Knight”, aynı öncülü “Batman Begins” gibi fazla eli yüzü düzgün bir film. Kendisini o kadar ciddiye alıyor ki bazen çizgi romanın hayal dünyasıyla gerçek dünya arasındaki çizgide kaybolabiliyor. Gerek kamera arkasındakiler, gerek oyuncular sanki bir çizgi roman uyarlaması yaptıklarını gururlarına yediremiyor gibiler. Her şeyi ciddi ve olgun bir şekle sokmak için ellerinden geleni yapmışlar adeta. Christopher Nolan, sanki kağıda çizdiğiniz çöpten adam resmini alıyor, onu silip “bak bunun aslı böyle” diyerek orantılı bir profil model çiziyor, biz de adama teşekkür edeceğimize kızıyoruz. Kızarız tabi! Filmi bana teslim etseydiniz ben Rachel’ı Alfred’in seks kölesi olarak konuşlandırır, Harvey Dent’le Joker’i kanka yapar filmin sonunda Spawn’la Batman’i dövüştürür, arka planda da Iron Maiden’dan “Be quick or be dead” çalardım. Belki filmin galasında yumurta yağmuruna tutulurdum ama olsun, benim güruhumdan adamlara hitap ederdim hiç olmazsa. Christopher Nolan’a olan antipatimin en temel sebebi budur. Bu denli şovenist ve sığ bir sebep. Film hem çok eğlenceli, hem de olgun ve oturmuş bir film. Saat gibi tıkır tıkır işliyor, bir anında bile sıkılmıyorsunuz türe çok aşina bir izleyici olmasanız bile. Ufak kusurlar ararsanız bulursunuz elbet ama böyle bir zevk söz konusuyken hafiye kesilmeye ne hacet. Siz beni dinlemeyin, son yılların en güzel filmlerinden biri, izleyin, izlettirin. Gelgelelim ben yine de; “kendi bilinçaltındaki şeytanlardan kaçmak için geceleri yarasa kılığına girip suçluları avlayan akıl sağlığı tartışmaya açık bir multi-milyonerin hikayesini izlerken, gerçekçilik talep edeceğim en son unsur olurdu.” demekten kendimi alamıyorum. Batman’in o eski gotik atmosferine tarifsiz bir özlem duymaktaysanız bilin ki bu film de o ilk iki filmin verdiği hazza yaklaşamamakta. Ama eğer ki ben sadece güzel bir film izlemek niyetindeyim, Batman’in de bu suç tabanlı, psikolojik ve gerçekçi hikayelerini daha çok seviyorum derseniz Christopher Nolan bu seriyi uzun süre ayakta tutabilecek kadar başarılı ve akılda kalıcı işlere imza atıyor. “The Dark Knight” bunun en somut kanıtı.

Ulu manitu

Play Station 2 aldım en nihayetinde...Allahımdan buldum...ne düzen kaldı ne dirlik... soul caliburlar, kuonlar, shaolin monkslar, fahrenheitlar havalarda uçuşuyor şu vakitlerde...Splinter Cell'in son bölümündeyim Sam Fisher'a zerre sempatim kalmadı şu vakitler...yazcak bişi de yokmuş pek...ben oyun oyniym biraz daa...

13 Ocak 2009 Salı

evet adam veyahut evet adamım...

Bu Peyton Reed'in filmi var "yes man", o "liar liar"ın aynısı deil mi? hayır diyemiyen adamla yalan söyleyemeyen adam, aynı bokun laciverti pek bi derdini anlatma mevzusu yokmuş gibi geldi bana...çekmesinler bence o filmi...çekmişler....madem çekmişler bunu telafi etmek için üç tane strit faytır filmi çeksinler...

9 Ocak 2009 Cuma

Allahından bul Sam

Splinter Cell oynuyorum ...Ne biçim bişiymiş o la ööle...Thief gibi ama deil gibi..Güzelmiş yani...Sam Fisher denilen adam garip...Jack Bauer, Garett, Snake Plissken(böyle yazılıyodu derim ben) karması...Ama delikanlı...Ben bu Tom Clancy'yi hiç sevmiyorum, antin kuntin peşinde bi herif kanımca..Elalemin evhamından para yaptı münafık...

Splinter Cell'de bi Gürcistan mevzusu var.. Bu Tom Clancy'nin alelade bir insan olduğunun en naçizane örneği... Bu adamlar namazında niyazında naif sessiz sakin adamlar, nedir 70'lerin diktatör dehaları numunesinden bi elemançoyu bunların başlarına getirip savaş çıkartma merakın onu de bana...sinirlendim bi nebze... Daha bitirmedim, ama bitirince Thief: Deadly Shadows tecrübelerimle paralel olarak kıyaslama derdindeyim...

Tom Clancy'yi sevmiyorum dediydim...Jack Ryan denen lavuğu da sevmiyorum..Hiç bir filminden veyahut romanından hazzetmişliğim yok...Yavşak da bi tip hafiften, Britanya ekolünden tarz sahibi bir ajana kıyasla çok vatandaş gibi...Bu mevzu daha sonra ehemmiyetle irdelenmeli...