1 Nisan 2009 Çarşamba

Japonların da hepsi samuray deil ki anasını satiim...

Harman sentez aldı yürüdü... İbrahim Tatlıses Sabuha'ya remix yapar ise Japonlar da Hip-hop ilen hemdest olabilir basbaya... Bu mevzunun müzik yanı ayrı bruuklinde volta atan merdiven zencisinin samuray felsefesiyle tekvücut olması ayrı...Gelgelelim böyle bir oluşum vuku bulduğu zaman da tadından yenmiyor... Bundan 5-6 sene evvel Watanabe "Samurai Champloo"yu yapınca "vay anasını" dediydik... Mugen'den ala zenci var mı? Kanımca yok...Jin işin capon tarafını ele almış gözükse de hamuru zenci anime "Samurai Champloo". Götünü başını kestikleri adamlar capon ama esas oğlanı nigga..
Bundan kısa süre sonra daha bir epik anime mevzu bahis olduydu "Afro Samurai" deyü... Anime diyarından aforoz edilmişti hem ingilizce seslendirmesine daha fazla ehemmiyet gösterildiği hem de samurai/hip-hop sentezine el attığı için... Halbusi "Afro Samurai" mevzuya daha bi temelden daha bi altmetinsiz daldıydı... Samuel Jackson ve Ron Perlman bi yana Rza denilen zat ne şahane müzikler yaptıydı, Afro ne karizmatik insandı öyle...Ha keza atmosferi de hallice güzeldi...
Bi de sinema mevzusu var. Jim Jarmusch'un filmografisinin en garip filmi Ghost Dog: way of the samurai'dir muhtemelen. Forest Whitaker götünü başını zar zor oynatsa da biteviye çizgi film izleyen kocamış italyan mafyasını heder ederken paso birilerine Rashomon'u tavsiye etmesi ayrı bir güzellik. Gariptir sinemadaki gönderme veyahut saygı duruşu denilen mevzu... Aile arasında dayıoğlunun üç sene önce içip içip balkondan kusmasını sofrada tasrih etmek gibi bişey. Ne ise....
Takeshi Kitano denilen çirkin caponun da bittabi ki mafya babaları denilen mevzuya birsürü katkısı var. Yakuza kültürünü ihtiva eden Aniki'nin Los Angeles'a yapılan zorunlu bir yolculuğun akabinde zencilerle haşır neşir olması ve madafaka bir mafya organizasyonunu ihya etmesi hoştu iyiydi...İzletti kendini...

Nedir varılacak genel sonuç? Keremcem'le funk müziğin zoraki sentezi mide burarken, Caponla hip-hop sentezi insanın içini ısıtıyor, midesinde kelebekler oynatıyor...

Let the right one in vs. Morrissey

Şanı çok duyulmamış derinden dürten oluşumlar listesine yedek kulübesinden müdahil olan mevzubahis film, son dakikalarda oyuna girip Semih usulü topu ağlarla buluşturdu, akabinde seyirciye "hşş" diyerekten sahayı terketti...Seyirci şaşkın, seyirci üzgün....

Avrupanın kuzeyinde mevzilenmiş karlı tipili soğuk memleket İsveçten çıkan ikinci dikkat çekici vampir filmi "let the right one in". (İlki 5-6 sene önce vizyona giren "Frostbitten". Geyik slasher'la Carpenter sentezi hoş film.) Lakin öncülüyle kıyaslamak büyük yanlışlık olur. "Let the right one in", (bundan gayrı "let" diye anmalı) 12 yaşında asosyal albino kılıklı hafiften gay olup olmadığı meçhul oskar isimli bir oğlanın, yan dairelerine taşınan eli isimli tuhaf bi kızcağızla arkadaşlık kurmasının hikayesi. Esasen hikayenin iskeleti Tony Scott'ın ilk filmi "Hunger"la paralel lakin odak noktası "Hunger"dan daha dengeli, ayriyetten anlatımı da daha bi şairane...
Eli isimli vampir kızımızın "ghoul"u veya kölesi diyebileceğimiz amcayla münasebeti bi bakıma oskar'ın akıbetine dair bir ipucu olsa da bu ufak bi detay sayılır filmin ilerleyişinin yanında...Esas önemli nokta Eli ve Oskar'ın birbirleri üzerindeki tesirleri ve kaşla göz arasında birbirlerini sevmeye başlamaları... Öyle ki Oskar Eli'ya "garip kokuyorsun" diyince Eli gidip bi amcayı ömürüyor, sonraki akşam Oskar'ın yanına gelip "şimdi nasıl kokuyorum" diyor... Üzülüyor insan ister istemez...

Eli'ın kölesine veya oskara muhtaç olması gibi bi mevzu var ki aralarındaki sevginin kaynağının ne olduğuna dair şüpheye düşürüyor insanı ara sıra. Ama bazı anlarda Eli'da kader kurbanı ne yapsın ne etsin...
Davet edilmeden içeri girememe olayına bakış açısı veya bu metaforu kullanma şekli de filmin en hüzünlü sahnelerinden biri. Dünyaya karşı birbirlerini kollayan birbirlerini seven bu iki veled-i zinaya ne tam olarak kızabiliyor insan evladı ne de tam olarak sevebiliyor...Lakin insanın içini burkan arasıra sinirlendiren ağır tempolu hafiften büyüleyici gibi....

Stephanie Meyer'ın Alacakaranlık'a başlarken aklında böyle bi şey vardı belki de ama sonra saçmaladı öyle abuk sabuk bi filme vesile oldu...Lakin "Let"in kaynağı olan aynı isimli romanın içeriğiyle filme yaraşır nitelikte olduğunu okudum. Morrissey'in "Let the right one slip in" parçasına bir atıf. Hoş güzel...Bu filme başka bir referans Dario Argento'nun Suspiria'sından verilebilir. Zira Argento filmin senaryosunu ilk kaleme aldığında filmdeki okul 12 yaşında küçük kızlara eğitim veren bir okul olarak tasvir edilmişti ve bütün öğrenciler o yaşlarda oyunculardan oluşacaktı. Ama sonra yapımcı şirketin küçük kızların kurban edilmesi fikrini aşırı bulmasıyla karakterler 16-17 yaşında kızlara dönüştürüldü.. Gerçi Argento filmdeki büyük mobilyalarla ve kapılarla ilk baştaki küçük kız mevzusunu çağrıştırmayı bildi lakin çocuklarla ilgili hassas mevzular rafta kalmış oldu..."Let"in hikayesi de çocuklar üzerinde işlemek için epey hassas ve film de yeri gelince aşırı olabilen bi film. Rahatsız edici bikaç unsur yok deil...Ama noolursa olsun çok güzel bi film...İzleyin lan...Imdb'de en iyi 191. film mi ne....iyi epey yani...

Justin'in dramı veyahut davulun sesi uzaktan bazı bazı




Yaslana yaslana göt içinde bıraktınız herifi yemin ediyorum...